Emirdağ ağıtları: Ölümüne ağlayan kadınlar

Geçtiğimiz yaz ayı içerisinde ilçemizdeki ağıt kültürü ile ilgili araştırma yapmaya gelen araştırmacı Ülkü Özel Akagündüz araştırmasını sonuçlandırdı.

Metin Akın ve Pınar Halaç’ın desteklerini gören dergi, araştırmacısı bu haftaki sayısının kapağında da ağıt yakan kadın fotoğrafıyla okuyucularının karşısına çıkıyor.

Kayseri’deki Avşar köylüleri ile Emirdağ’daki ağıtçılardan örnekler sunan dergide ilçemizden Ulviye Yaldızkaya’nın geçtiğimiz yaz Belçika’nın başkenti Brüksel’de ikamet eden ve suikasta uğrayıp yaşamını yitiren Efe Dayı’ya yaktığı ağıtına yer vermişler. Geçmişte ilçemize düşen uçakta şehit olanlara yakılan ağıttan dolayı madalya verildiğine de değinilmiş.

Son Nesil Ağıtçı Kadınlar Ağıtlar ölen kişiyi unutturmuyor; ama ölümü de unutturmuyor. Yas ve tefekkür iç içe… Sözlerde isyan yok. Fotoğraf çekmek, resim çizmek gibi… Kayseri’nin Avşar köylerinde, Sivas’ta ve Emirdağ’da ‘son nesil ağıtçı kadınlar’la görüştük.

Ardından ağıt yakılmayana ‘garip gitti’ diyorlar Emirdağ’da. Seveni olmayanlar, iki döküm gözyaşıyla, çarçabuk bırakılıyor toprağın koynuna. Ağıt demek, ağlamanın sözlücesi. Yüreğin titremesi, dolup dolup taşması gerek. Ondan sonra, eli hiç kalem tutmamış analar, bacılar, yengeler, komşu kadınlar, şairi şairliğinden utandıracak ne dörtlükler söylüyor bir görmeli. Ağıdın ve ağıtçı kadınların izini sürmek büyük şehirlerde olacak iş değildi. Buralarda, ölümü hatırlamaya vakti yok kimselerin; ama Anadolu’da, Kayseri’nin Avşar köylerinde, Sivas’ta, Emirdağ’da, ölümün baş tacı edildiğini görmek de şaşırtıcı doğrusu. Ağlamaya ve ‘ağız tadını kaçırıcı’ ölümü hatırlamaya bunca meyyal olabilir mi kadınlar? Köylerin üzerinde, evlerin ahşap tavanında, boşluğa asılı kalmış yanık bir kadın sesi asırlardır ağıt söylüyor sanki… İtiraf etmeli ki, ağıtçı kadınlarla ilgili bir çalışma yapmak, onları ağıt yakılan doğal bir ortamda, cenazede görme isteğiyle, ‘Aman, Allah vermesin’ duaları arasında gerçekleşti.

Bereket versin, bir cenazeye rastlamadık; ama bu kez de ‘Ninecim, teyzecim, oğluna hangi ağıdı yakmıştın, ne deyip de ağlamıştın?’ gibi durduk yerde acıları depreştiren tuhaf sorulara maruz bıraktık onları. Yaşları seksene dayanmış son nesil ağıtçılar, sabırla yokladılar zihinlerini. Seferberlik yıllarında söylenen ağıtlar da, en az bugün yakılanlar kadar tazeydi. Kına gecelerinde ya da gündüz ev oturmalarında eski ağıtları okuyup ağlaşırlarmış meğer… Bir tür toplu terapi yöntemi; ağlamanın ferahlattığı bilinir; ama ağıtçı kadınların yüreği, söz ile ağlamadıkça serinlemiyor. Onlar için gözyaşı ağıdın akışını kolaylaştıran bir nehir yatağı gibi.

BİLGEHAN’IN AĞIDIYLA KARŞILANMAK…

Ağıtçı kadınlara ulaşabilmek için bu kültüre aşina olan, bununla da yetinmeyip araştırma yapan, makaleler kaleme alıp kitaplar derleyen erkeklere ihtiyaç var. Çoğunlukla okuma yazması olmayan kadınların köyden çıkmışlığı yok. Doğrudan muhatap alındıklarında işi ya eşlerine ya oğullarına havale ediyor ya da ‘olmaz’ deyip kenara çekiliyorlar. Kayseri’deki mihmandarlarımız Saim Deligöz ve Adnan Menderes idi. Ekibe sonradan dâhil olan Duran Aydın ise, bize kadın ağıtçının dilinden en iyi erkek ağıtçının anlayacağını gösterdi. Kayseri’de hangi Avşar köylerini dolaşacağız, hangi kadınlarla konuşacağız diye plan

AĞIDIN TARİHÇESİ

Ömer Faruk Yaldızkaya, ‘Emirdağ Ağıtları’ kitabında ağıdın diğer dillerdeki karşılığına değiniyor: “İslamiyet öncesi devirlerde ‘sagu’ deyimi ile karşılanan ve ‘sıgtamak: ağlamak’ fiilinden türemiş ağıt, İngilizcede ‘mourning song-yas şarkıları’, Fransızcada ise ‘elegie’ kelimeleriyle adlandırılmıştır.” Yaldızkaya, Türk kültürüne ait en eski ağıt örneğinin M.Ö. 119 yılını işaret ettiğini söylüyor. Hunların Ordos’un kuzeyindeki topraklarını Çinlilere kaptırınca yaktıkları ilk ağıdın bir dörtlüğü Çin kaynaklarında kayıtlı. Emirdağ’da ağıt yakarken ölünün elbiselerini elden ele dolaştırma geleneği yok; Kayseri Avşarları da bu geleneği terk etmiş görünüyor. ‘Soyka’ denilen elbiseler yerine kimi zaman fotoğraf dolaştırma âdeti sürüyor.

Avşarlarda cenaze evine bir hafta, on gün yemek taşınıyor, harman zamanıysa harmanı kaldırılıyor. Ancak son yıllarda Kayseri şehir merkezinde başlayan ‘kıymalı pide’ âdetinin giderek köylere yayılması Avşarları endişelendiriyor. Gelenleri doyurmak cenaze evinin görevi oluyor ki, acılı insanları bir de misafir ağırlama külfetine sokmak şimdilik hoş karşılanmıyor. Emirdağ’da cenaze yemeğinin sırası hiç şaşmıyor: tarhana, etli pilav, hoşaf, bamya, sarma ve tatlı. Yemeği cenaze evi yapıyor, bunu yapamıyorsa güveç veriyor. Kırk gün dolmadan elbise yıkanmıyor, hamama gidilmiyor. Ölünün yedisi çıkıncaya kadar tıraş olunmuyor. Radyo, televizyon açmama, düğünleri erteleme ya da çalgısız yapma da ortak yas âdetlerinden.

AVŞAR SÖZLÜĞÜ

Avşar köylerinde dolaşırken sıkça duyduğumuz kelimeler ve deyimler şöyle:

Gadanı alayım: Derdin benim olsun.Allah bu acıyı unutturmasın: Daha büyük acı vermesin. Herkesin kazanı kapaklı kaynar: Kimde ne dert var bilinmez. Saylaştırmak: Makamla okumadan şiir gibi söylemek.Güzel ağlamak: İyi ağıt söylemek.Pek dur ağlama: Ağıt söylerken kendini kaybetme.Gaydelenmek: MakamlanmakGümrenmek: Makamıyla ağıt söylemek

DİNİMİZE GÖRE AĞIT NE ZAMAN MAHZURLUDUR?

İnsanın yakınlarını kaybettiği zaman üzülmesi fıtrîdir. Kederlenen insanların ağlaması ve gözyaşı dökmesi de normaldir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim’in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah’ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiştir. Mahzurlu olan ağlama “Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar” (Buhârî, Cenâiz,42, 43). hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi kaderi tenkit, takdire razı olamama, dövünüp üstünü başını yırtarak ağlamaktır.Yine Peygamberimiz kızı Rukiyye’nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma’nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca, “Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır” buyurmuştur. (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53). İnsanlar vefat eden yakınlarının ayrılığının verdiği üzüntüyü “ağıt” yakarak dile getirmek suretiyle edebî bir boyut kazandırmıştır. Ağlama konusunda olduğu gibi ağıt konusunda da önemli olan isyan ve kadere razı olmama gibi mahzur teşkil eden hususlara girilmemesidir. Vefat edenin meziyetlerini sıralayarak, ölünün arkasından güzel yönlerini yad etmenin bir mahzuru olmasa gerektir.

KADIN AĞIT YAKAR, ERKEK KİTAP YAZAR

Ağıtları yalnızca acının dışa vurumu diye tanımlamak yanlış olur. Temelde acı var; ama dörtlüklerde, ölenin kişisel tarihini, dağların, derelerin adını, o dönemde giyilen giysileri, kullanılan binitleri, silahları, ana-kız ilişkilerini hâsılı Anadolu insanının hayata bakışını okumak mümkün. Üstelik birçok dörtlük, bu tarihi ‘yerel’ olmaktan çıkarıp o dönemki siyasi ve sosyal hayata ilişkin ipuçları verebiliyor. Ağıt söyleyen kadınların bu tür kaygıları yok elbette; onların ürettiğini kaleme almak, analiz etmek erkeklere düşüyor. Mesela Kemal Sadık Göğceli’nin Yaşar Kemal olmadan önceki ilk kitabının ismi Ağıtlar I. Emirdağ’da ağıt yakma geleneğinin inceliklerini Pınar Halaç ve Metin Akın anlatıyor.

Arşivinde bin üç yüz ağıt bulunan ve bunlardan Kurtuluş Savaşı döneminde yakılanları Genelkurmay’a gönderen Metin Bey: “Bir akrabanın cenazede ağıt etmesi, düğüne şeref vermesi gibidir.” diyor, “Ağıtlar ödünçtür. Sen benim ölüme ağıt edersen, ben de senin ölüne ağıt etmek zorundayım. Ağıt bilmiyorsan ağıtçı kadın götürürsün. Kadınlar âşıkların atışması gibi atışırlar. Buna da dokundurma denir.”İlçede artık kaybolan destan yazma geleneğinin de ağıtlarla yakın ilgisi var. Destancılar, ölen kişiyle ilgili şiir yazıp satarlarmış. Kadınlar okuma yazma bilmediği için erkekler bu destanları onlara ezberletirmiş.

Pınar Bey’in de kadınların ağıt yakmasına ilişkin gözlemleri var: “Kimi zaman içi yanan bir kadın ağıt etmek ister; ama beceremez. O zaman ona ‘Sen dur gayrı’ derler; çünkü odada mutlaka iyi bir ağıtçı vardır. Yüz yaşında bir ninemiz var. Şimdiden ağıdı yakılsın diye tembihliyor, hatta kimden istediğini de söylüyor. Erkekler kadınların arasına girmez; ama ağıt neticede avazdır, dışarıdan duyulur. ‘Filanca bir ağıt ediyor, adamı deliyor.’ diye konuşulur.

Cenazeye gitmeyen kadınlar da ‘Kim ağıt etti, ne söyledi?’ diye sorar hatta hemen orada ezberlerler.”Kayseri’de Toklar köyünde yaşayan Çetin Önal da, bir dörtlük için kilometrelerce yol gidenlerden: “Bizim köyde Mediş Teyze diye bir ağıtçı vardı. Ben başka köyleri dolaşıp ağıt derliyordum. Bir gün camiden koşarak geldiler, ‘Hoca yokmuş, sala vereceksin.’ dediler. ‘Kim öldü ki?’ diye sordum. ‘Mediş Teyze.’ dediler. ‘Aboov, ağıtlar gitti.’ deyip dizlerime nasıl vurduysam bir hafta karası gitmedi.”