Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer / Mürşide AYHAN

Mürşide AYHAN

Gün geçmiyor ki;  iki kişi bir araya geldiğimizde; ‘’ Bir zamanlar…’’ diye başlayan giderek koyulaşan sohbetlerimizde,  eski günleri anılmasın… Ya da kendi kendimize iken birden çağrışan bir anı bizi geçmişe götürmesin. Bu eskileri hatırlama, gidip de göremediğin, arayıp ta bulamadığın belki de geri gelmeyecek gençliğini arıyor olsa gerek…

Geçmişte ne yaşarsak yaşayalım güzel günleri özlemle anarız nedense. O kadar zorlu yaşama şartlarında bile çocuksu özlemlerin peşinden gideriz, duygularımızla yokuş aşağı koşarız. Yaşadıklarımızı toz bulutu yılların içinden çekip çıkarmaya çalışırız.

Herkesin kendine göre yaşadığı yıllar; hem zorlu, hem de en güzel günler olarak hafızasının bir kenarında bekliyor. Bir bakıyorsun en kötü günleri kendi görmüş, en çok çileyi kendi çekmiş, bir bakıyorsun yaşanan yıllara paha biçilemiyor, en güzel günleri kendi yaşamış, en güzel çocukluğu kendi geçirmiş bir ikilem içinde geriye dönemeyeceği günlerin özlemini çekiyor.  Bu nasıl oluyorsa?  Annemi dinliyorum, çocukluğunu anlatıyor, gözlerinde canlılık beliriyor o günleri yaşıyor adeta. ‘’Bizim zamanımızda’’ diye başlayan sohbetinde bölük pörçük anılarını yıllardan yıllara atlatışı;  bazen sevinişi, bazen üzülüşü içinde dünyaya erken gelmiş olmanın hüznüyle anlatıyor.

Kalabalık ailesini, ağabeylerini, gelinlerini, çocuklarını anlatıveriyor bir çırpıda. ‘’Altı oğlanın,  en küçük ve tek kızıydım.’’ derken kendisine göz açtırmayan ağabeylerini, kızmadığı, dövmediği halde babasının bir bakışından çekindiğini, bir kız diye şımartılmak, el bebek, gül bebek yetiştirilmek bir kenara o günkü şartlarda herkes kızını nasıl yetiştiriyorsa, kendisinin daha fazla baskıyla büyütüldüğünü anlatıyor.   Babası hoca olduğu için, Kuran kurslarına gittiğini ve babasının arada çağırdığını ‘’Gel bakayım neler öğrendin?’’ diye kendisinin okuttuğunu… Yanlış okursam diye tir tir titrediğini karşısında o günlerin heyecanı ile dile getiriyor.

‘’Bir türlü bitmeyen ev işlerinin yanı sıra dantel örerdim, nakış işlerdim, kilim dokurdum. Annem hiç boş durdurmazdı her gün kontrol ederdi ‘’Bakayım ne kadar ördün, ne kadar işledin?’’ diye. Bir de derdi ki; ‘’ Ben yumakları alırım, örmezsen çeyiz diye yumaklarını asarız duvarlara. Herkes;  bak annesi ipini, kumaşını almış da kızı örmemiş derler ben karışmam’’ Ben de el âlemden çekindiğimden örer dururdum.   Komşuların kızları ile ip ölçüşürdük, inatlı örmede bakalım hangimiz önce bitirecek diye. Kızları pek okutmazlardı. İşimiz gücümüz çeyiz hazırlamaktı. ‘’
  Suyu sokak çeşmesinden doldurduklarını, kendinden büyük bakır güğümlerle, kovalarla eve su taşıdığı için bacaklarının birbirine sürtmesinden oluşan yaraları… ‘’Çeşmenin başı her zaman kalabalık olurdu’’  diyor. ‘’Mahallede herkes sokak çeşmelerinden doldururdu suyunu. Kimi çamaşırını, bulaşığını çeşmenin başına getirir orada yıkardı. Buz gibi akan suda önce çalkalanırdı çocuklarının bezleri. Yokuş aşağı akar giderdi kirli sular.  Büyüklerin duasıydı genç kızlara; Allah içi çeşmeli evler versin inşallah!’’

Devam ediyor anlatmaya; en az on beş günde bir evde ne var ne yok sökülür yıkanırdı. Avlulu evlerinin avlusunda bir köşede her daim duran esvap taşında sürterek yıkanırdı çamaşırlar. Deterjan yok, arapsabunu kil, kül ile yıkanır, tokaçla dövülürdü. Çarşaflar yine avluya çatılan ocaklar üzerindeki kazanlarda kaynatılır, tertemiz mis gibi kokardı. Çamaşırın ardından mutlaka mahalle hamamına gidilirdi.  Bulaşıklar da avluda, matıf toprağı denilen killi toprakla, kumla yıkanırdı sürtüle sürtüle pırıl pırıl olurdu. Nice sonraları evlerimize sular geldi, o da avluda, dışarıda ona bile ne kadar sevinmiştik.  

Mahalle fırınlarında ekmek yapılırdı. On beş gün dayanmazdı biterdi ekmek. Ev ekmeğinin kurusu bile güzel olurdu. Gevretirdik fırında,  ister tirit yap, ister ıslat üstüne baharat ekle ye. Börek, bükme, ağzıaçık, pideler sık sık hamur yoğrulup pişerdi. Fırınlara akşamdan toprak çömleklere keşkekler konurdu. Sabah onu birde kaymakla iyice çırpardık sakız gibi oluncaya dek. Sonra sofrada kaşıkların şakırtısını dinle.

Koca koca balıkları bile fırında pişirirdik tepsilerle. Şimdi ne o tepsiler kaldı, ne meydan sofraları. Yerde yerdik yemeği. Kocaman mendil serilir, üstüne sofra. Ortaya konurdu yemekler, ayrı tabak filan bilinmezdik. Sık sık davet ederdik akrabalarımızı. Ramazanda, bayramda, kandilde, düğünde dernekte hep bir arada olunurdu. Özlediğimiz zaman çıkar giderdik evlerine. Evdelerse ne ala. Öyle telefon filan yok ki. Uzak olan yerlere çocuk yollanırdı ‘’Evdeyseniz biz geliyoruz’’ diye.

Şimdi herkes evine kapandı. Gün yapıyorlar akraba günü, arkadaş günü, ayda bir birbirimizi görelim diye. Onda da ev sahibi hazırlanacağım diye iki yanını göremiyor. Yok, evini temizle, yok pasta, kek yap. Biz ne ederdik gelen olduğu zaman, hep beraber göce köttüsü, çimcik hamur aşı, sulu köttü, mercimekli pilav, haşgeşli pilav, ocak bükmesi, ya da zamanın durumuna göre katmer, tepsi (Bükme, ağzı açık)  bunlar pişerdi. Hiçbir şey bulamazsan koş mahalle fırınına yeni pişen pidelerden ödünç al sen yaparken ona ver. Fırının birinde yoksa birinde vardır.

Buzdolabı yoktu. Güzden kurutulan yiyecekler bir kış yenirdi. Hamur aşı kesilir, turşular kurulur küplerde saklanırdı. Etleri kuruturduk, sucuk doldururduk, kavurmalar tekerlek gibi kendi yağıyla dondurulur bozulmadan, havadar çatımızda saklanırdı. Bahara kadar dururdu. Kurutulmuş etleri yemeklerin içine atıverirdi annem. Kuru fasulye, nohut yemeklerinin yanı sıra kurutulmuş (badılcanla) patlıcanla yapılan musakkalara, badılcan böreklerine dah derdi kıymayı eti. ‘’Kuru et yedin mi hiç? Nerden yiyeceksin? ‘’ diye çekişerek soruyor bana. Pişirmeden yenen o kuru etlerin tadını hiçbir yerde bulamazsın. Şimdi ki etlerin de hiç tadı yok ya.  Kendini öyle kaptırıyor ki anlatmaya, tatsız etlerin tek suçlusu benmişim gibi hissediyorum. Takır takır kururdu sucuklar, kangal kangal asılırdı. Herkes kendi yapardı sucuğunu. Ambar derdik tahtadan yapılmış, kapağı yukarı doğru açılan dolaplar; içinde un, bulgur, düğü saklanırdı.

 Kaplarımız bakırdandı hep, senede bir kalaylanırdı. Çinkolarda vardı. Sonraları alüminyumlar çıktı. Canım bakırlarımızı alüminyumlarla değiştirip kalaylamak derdinden kurtulduğumuzu sandık. Ali kavas, yeni havas, evlerimizde bakır kaplar gittikçe azaldı.

Avlunun bir kenarına yaslanmış iki katlı evlerin alt katlarında olurdu mutfaklar. Gömme dolaplı, ayrıca kapları özenle sıraladığımız tahtadan çakılmış beş, altı katlı kaplıklarımız vardı. Üstlerine boydan boya işlemeli örtüler örterdik. Dığanlar (yağ tavası) , kuşhaneler (tencere çeşitleri),  boy boy duvarlarda, raflarda asılı dururdu.  Duvarın bir kenarında ocaklarımız olurdu. Yemekler bu ocakta pişerdi.

’Annem becerikli kadındı’’ diyor sonra da ekliyor, o zaman ki kadınların hepsi becerikliydi.  Anadolu’nun has kadını, çilekeş, sabırlı, güçlü, varı bilen, yoktan anlayan kadınlardı. Hani ne derler; ‘’ Kadın var arpa ununu aş eder, kadın var buğday ununu keş eder.’’  diye ekliyor. Arpa ununu aş eden kadınlardı bizim analarımız.   Bunları söylerken kendin de en az onlar kadar becerikli, tasarruflu, sabırlı, güçlü olduğunu belirtmem gerekir.  Öyle herkesin yaptığını beğenmeyen, ‘’Yapacaksan kılıklı yap ‘’ diye sık sık uyaran bir annedir kendi de. ‘’Dene deneye eş olur, iki dene bir kaşık aş olur’’ yere dökülen taneli tahılları tek tek toplarken dile getirdiği deyimdir. Hiçbir şeyin boşa götürülmeyeceğini, nimettir alın teridir diyerek kutsallığını vurgular her zaman.

 Anneannemi anlatmaya devam ediyor, düğünlerde, bayramlarda çatıverirdi ocakları, pişirirdi sıra yemeklerini. Afyonkarahisar’ın dünden bugüne devam eden gelenekleridir sıra yemekleri meşhurdur. Sadece patlıcandan yapılan 22 çeşit yemeğin yanı sıra,  sıra yemekleri de en az yüz çeşittir. Çorbasından, tatlısına varıncaya kadar. Tüplü ocakların olmadığı o yılları düşünürsek bunları pişirmek gerçekten maharettir.

Maltız yapardık kendimiz, şimdikiler bilmez. Eski kova ya da büyük tenekelerden, içine ince demirlerden ızgara koyarak yanlarını tuğla ve çamurla kapladığımız bir tür ocak mangal gibi. İstediğin tere taşınabilirdi. Odun kömürü, taş kömürü ile yakılır üstünde yemek pişirilir, su ısıtılırdı.    

Kahvaltılarda çorba içerdik. Sıcak sıcak pişmiş tarhana çorbası, dumanı üstünde sakala çarpan çorbası, ev ekmeği ile yiyen işine bakardı. Sonradan çay girdi sofralarımıza,  zeytin, peynir ile birlikte. Sonra reçeller, bal, kaymak, tereyağı, (Sonrasında margarin, peynirin her çeşidi, sucuk, pastırma derken salam, sosisi çıkardılar) şimdi bakıyorum gençlere su bardağına çay, iki üç poğaça ile geçiştiriyorlar. Dahası kilo alıyoruz diye tahıl gevrekleri, süt ile karıştırıp yemeye çalışıyorlar. Bizim kilo derdimiz yoktu. Hatta etine dolgun olsun diye oğlan anaları kilolu kız ararlardı. ‘’ Alırsan esnaf kızı al, etli olur, memur kızı alma dertli olur’’. Esnafın parası olur, bol bol alır evine harcı, memur az kazanır, çocukları iyi beslenemez hastalıklı olur derlerdi.

 Babam, pazar harcını küfelerle eve getirirdi, sepetin büyüğü ve hamallar taşırdı. Bazen çuvala koyardı.  Sepetler vardı daha az harç taşımak için. Yumurtalar içi saman dolu sepetlerde alınırdı köylülerden. Aldığı bir, iki kiloluk bir şey ise çevresi ( Çevre:  Kızların çeyizinde özel dokunmuş kumaş üzerine işlenerek hazırlanmış bir tür mendil. )  daima cebinde olurdu, onun içine doldurur, dört bir köşesinden bağlayarak getirirdi. Sonra bu çevreler yıkanarak tekrar babanın cebine konurdu. Konu komşu kimse ne alındığını görmezdi. ‘’Gören gözün hakkı var. ‘’ derdik. Ne pişirdiysek bir tabakta komşumuza verirdik, onlarda bize.

Yaz meyvesi, sebzesi yazın, kış meyvesi sebzesi kışın yenirdi.  Çağla, erik çıktığı zaman yaz geliyor diye sevinirdik. Karpuzun çekirdeğini kurutur,  çitlerdik. Şimdi kurutacak çekirdeği de yok karpuzun. İleriki zamanlarda delikli fileler çıktı. Kesekâğıtları çıktı. Kesekâğıtları daha çok bakkallarda da olurdu. Bazı bakkallar gazeteden kesekâğıdı yaptı. Gazetelerden külah yaparlardı. Çocuklukta şekerli leblebi, çekirdek, gibi az alınan yiyecekler külahlara konurdu.  Ondan sonra poşetlere gelindi. Plastik kaplar, taslar, çıktı. Bir de türkü yaktılar ‘’Şimdiki kızlar naylon koca ister’’ bu türkü pek hoşumuza giderdi, komşu kızları ile iki arada bir dere de çalar oynardık.  Her yer naylon doldu. Bizim zamanımızda kullanılan her şey doğaldı.
Evin badanasını kendimiz yapardık. Kireç mi olur, badana toprağı mı olur? Bir çırpıda temizleniverirdi her yer. Mis gibi de kokardı temizlik. Şimdiki gibi pimapen, mantolama olmazdı hava alırdı odalarımız. Tahta olan yerler fırçalanırdı sakız gibi olacak diye.  Öyle ev eşyasına önem verilmezdi. Camın önünde maket,  üstünde minderler, kök yastıklar. Maketin eteği işlemeli örtülerle örtülürdü. Aynı işleme modelinden yastıkların üstlerine de bütünce örtü serilir. Topan (kırlent)  yastıkları da işlemeli. Yerlerde kendi dokuduğumuz çaput kilimler serili idi. Bazen hasırların üstüne sererdik kilimleri. Çarşaflarımızı da kendimiz dokurduk. İçlik, göynek bunlar da dokunularak yapılır, sonra kesilir dikilirdi. Yün çorap örülürdü. Öyle hazır yoktu zaten. Herkes kendisi üretir, yapar yakıştırırdı.  Bayramda yeni giymek sevaptır diye bayramlarda alınırdı ya da dikilirdi kıyafetler. Yama yapılırdı eskiyenlere. Ters yüz edilir çocuğa çoluğa dikilirdi. Kırk yamadan bohçalar yapardık, seccadeler, örtüler dikilirdi renk renk, model model.  Patchwork diye yeniden çıkarttılar kendi kültürümüzü. 

 Hiçbir şey atılmazdı. En sonunda kumaşlar kesilir kilim dokunurdu. Aslında yokluk zamanı, kimsede yok. Moda diye kimsenin akımına kapılmazdık. Kim zengin, kim fakir belli değil. Herkes aynı, tarlası tokadı olan eker biçer, ineği, dombayı olan sağar kaymak süt yapar, satarsa satar, yerse yerdi.

Geceleri gaz lambası altında otururduk. Nakış işlerdik, dantel örerdik o cılız ışığın altında. Tuvalet dışarıda, küçük fenerler vardı idare kandili derdik onlarla çıkılırdı. Özellikle uzun kış geceleri akrabalar birbirine gider gelirdi, ellerimizde idare kandili ile.  Gaz lambasının altında, yanan sobanın sıcaklığında sohbetler uzar giderdi. Daha çok büyükler konuşur, masal anlatırlar, dini hikâyelerden kıssadan hisse örnekleri sunarlardı. Bizler iki diz üstünde oturur anlatılanları merak içinde dinlerdik. Çay, kahve her zaman sunulmazdı. Meyveler, gölle ( suda kaynatılmış buğday, mısır, fasulye, nohut vb. tahıllar.) ,  ev yapımı tatlılar ikram edilirdi. Kahveyi babam keyfi yerinde olduğu zaman, kendi özel değirmeninde çeker, kendi pişirirdi önüne getirilen küçük mangalda annemle karşılıklı içerlerdi.

Yer yatakları serilir, yüklüklerden çıkarılıp;  boydan boya sıralanırdık. Yün yatak, yün yorgan yaz, kış; terlemeden, üşümeden yatardık. Nevresim filan ne gezer, dokuduğumuz çarşaflarla kaplanırdı yorganlar. Eskiden kadınların işi çoktu ve zordu. Şimdi ki işlerde ne var. Çamaşır makinede, bulaşık makinede, sıcak su hazır, çeşme evlerde, soba yakma derdi bile yok çoğunda. Her şey hazır, git markete al. O zaman öyle miydi?  Buğdayı kendimiz ayıklardık, kaynatırdık, çektirir un yapardık, çektirir bulgur, düğü yapılırdı, nişasta çıkarılırdı günlerce. Üst baş ona keza. Git mağazaya al beğendiğini paradan haber ver.

Yine de o günler bir başkaydı. Sağlıklıydık her şeyden önemlisi. Hiçbir şey suni değildi. Tarladaki ürünümüzden tut, hayvanlardan sağılan süte, ete, tavuğa, yumurtaya varıncaya kadar hepsi organikti. Şimdi yenen sebzelerin, meyvelerin, etlerin hiç tadı yok. Yoksa benim mi ağzımın tadı yok?

İnsan zamana çabuk ayak uyduruyor. Sanki o günleri hiç yaşamamış gibi.  Zor yanları da vardı elbette. Bir ömre sığmış, kelimelere sığmamış yaşantıların, anlatılacakları çoktu.  Hepsi hepsi de şu bilgisayarı da bir öğrenseymiş.  ‘’ Erken gelmişiz dünyaya. ‘’derken;  geçmişe dalıp giden gözleri sanki o günleri geri getirecekmiş gibi derinden iç çekisi, o günleri hatırlamaktan mutlu, uçup giden yılların ardında ki kayıplarından gözleri nemli, özlemli…

Eski günlerini sakladığı, üzeri en güzel ümitlerle işlenmiş, heveslerin en temiz duyguları tığlanmış, zaman bohçasını özenle kaldırırken, görüyorum ki hâlâ içindeki gençlik ateşi yanıyor. Yorgun ayaklarının üstünde durmaya çalışarak… Aslında anlatacağı çok şey var, düne dair. Bizi dünden bu güne bağlayan geçmişteki hatıralarımız değil mi? Hatıraları yaşamak ne kadar güzelse bir o kadar da buruktur.
Neyse,  Mevlana’nın bir sözü var; ne demiş büyük ilim ve din bilgini Hazreti Mevlana; 

Her gün bir yerden göçmek ne iyi,  
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”

Dünlerimiz, değerli elbette. Ama sadece dünü aramak, insanların yarınını daha iyi noktalara taşımak için bir engel oluşturmamalı.  Dünlerden ders alınmalı,  her yeni gün için, baştan bir sayfa açılmalı, yenilikler düşünülmeli; planlanmalı ve yeni adımlar atılmalı. En azından gayret edilmeli. Dünlerimizi unutmadan; dünün üstüne, yarınlar sarılmalı…