Afyonkarahisar’da Bektaşilik

Abdulhalim DURMA

Evliyalar Şehri Afyonkarahisar / Amasya 2009

Bektaşiliğin Afyonkarahisar’daki tarihçesi, bize tarikatın eklektik niteliğini göstermesi bakımından oldukça öğreticidir. Hiç şüphesiz Anadolu’daki dini hareketlerin içinde ilgi çekici olanlarından biri, XVI. asırda Sultan Divani’nin Mevlevilikle Bektaşilik arasında gerçekleştirmiş olduğu yakınlaşmadır. Onun uzun yıllar seksen Mevlevi ve Bektaşi dervişiyle seyahatte bulunduğu anlatılır. Mehmet Çelebi’nin tasavvufi hayatında yaptığı işlerin başında Mevlevi tarikatı içersinde Kalenderilik ve Bektaşiliği kaynaştırmaya çalışması gelir. Birlik ve beraberliği sağlamanın ilk yolu olarak kırk Mevlevi dervişini kırk Bektaşi dervişi ile yaren, dost, manevi kardeş ilan eder. Tarikatlar arasındaki birlikteliği sağlamak amacıyla Mevleviliğin Şems kolu neşesi içersinde bir hayat yaşamıştır denebilir. Mehmet Semai Çelebi’nin hayat tarzı incelendiğinde, Bektaşilik ile Kalenderiliği Mevlevilik felsefesi içersinde kaynaştırmak ve bunu melameti neşe içersinde uygulamak istediği görülür. Rivayete göre, zaman zaman çar-darp olması, karpuzu oyarak kabuğunu başına geçirmesi gibi çeşitli kılık ve davranışlarla halkın karşısına çıkması Melami düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Tahirü’l Mevlevi’den nakille, İkinci Bayezid ‘in son devirlerinde her tarafta ihtilaller, isyanlar çıktığı sırada Karahisar ve havalisindki eşraf ve ayan da hükümete isyan etmiş, Sultan Divani’nin bu harekete iştiraki teklif edilmişti. Red cevabı vermek mümkün olmayacağı için Sultan Divani işi meczubluğa vurdu. Saçını sakalını kaşlarını ve bıyıklarını traş ettirmiş, bir karpuzun içini oyup kabuğunu başına giymiş. Onu bu halde görenler, bu adam çıldırmış! Diye iştiraki için ısrar etmemişler.

Bu yaşayışıyla Meşhed’e giden Mehmet Çelebi, buradan İran Kalenderilerince büyük bir sevgi ve saygı görür. Dönüşte çeşitli hediyelerle iki bayrak, büyük bir kazan ve vakıf kapların bir kısmı ile taltif edilir. Müritlerinden Sadıki’nin İmam Musa Rızai’yi ziyaretleri sırasında söylediği gazelinde,

Biz Hazreti Daverin şahini olan kalenderileriz.

Peygamber soyuna has kalenderleriz.

Ali, Hak için dünyayı boşladı.

Bu yüzden yiğit Haydar yolunda kalenderleriz.

Biz peygamber soyunun ayrılığından Rumlular gibi yalın ayak, her ülkede kalenderiz…

Hüseynilerin yolunda sadık olalım.

Biz Ahmet ve Haydar’a bağlılıkta kalenderiz.‛

Diyerek Kalenderi oluşlarıyla övünmektedir.

Sultan Semai’nin Bektaşiliği Peygambere ve aline olan sevgiye ve onlara olan bağlılığa dayanır. Onun bir şiirinde görülen Hz. Ali sevgisi, on iki imamın isimleri ve bazı hasletleri zikredilerek anlamlı şekilde dile getirilir. Bu şiirine Hazreti Ali’yi, onsekiz bin alemin cisminde can, güzelliğiyle gökyüzünün güneşi ve ayı, sözleri gizli bir hazine ve nükteyi, inceliği anlayan dikkat sahibi, yiğitlerin şahı, Allah’ın aslanı ve başkan olarak anlatır. Sonra onun, dini ve tarihi vasıflarını, maddi ve manevi güzelliğini, bazı teşbih ve tasavvurlarla dile getirir. Şiirin devamında da on iki imamın isimleri üzerinde ayrı ayrı durulur ve güzellikleri anlatılır. Semai şiirini Hazreti Ali’den yardım dileyerek, Yezid’e bedduada bulunarak bitirir.

Mehmed Çelebi Pir Adil Çelebi zamanında kırk Mevlevi dervişiyle birlikte Konya’ya gitmiş, buradan Karaman’a geçmiş, Hacı Bektaş Dergahına misafir olmuş, buradan da kırk Bektaşi Abdalı alarak Irak’a gitmiştir. Sırayla Necef, Kerbela, Bağdat, ve Samerra’da ehl-i beyt imamlarını ziyaretten sonra Meşhed’e giderek sekizinci imam Ali er-Rızai’nin türbesini ziyaret eder. Çelebi, burada büyük hürmet ve iltifat görür. Bir zamanlar Karahisar Mevlevihanesinde var olan iki büyük bakır kazan ve bir takım kap kacak hediye edilir. Bu ziyaret sırasında Mehmed Çelebi, ‚Rızanın kapısından ayrı düşen göz, güneş çeşmesi bile olsa nursuzdur. Hizmetine, kulağı küpeli, bir kul olan can ve kerem ve ihsan dairesine dahil olarak haşredilir.‛, anlamındaki Farsça bir rubai söyler. Meşhed’den sağ tarafında Mevleviler solunda Bektaşiler olduğu halde yola devam edilir. Mevlevilerin komutanı Mehmet Sadık Dede, Bektaşilerin komutanı ise Ali Rumi Dede’dir. Muhtemelen bu seyahatten bir süre sonra Ali Rumi Dede yareni Kudüm Baba ile birlikte Karahisar’ın önemli ilçesi olan Sandıklı’ya gönderilir.

Sultan Divani konusu Yarenleri ile önem kazanmıştır. Bu lakabı taşıyan kişiler, Divani Çelebi’nin biri Mevlevi diğeri Bektaşi olan müritleridir. Afyonkarahisar’da mezarları bulunan Mevlana neslinden Devrane Sultan lakabıyla Devrani Çelebi, Yarenler Sultan, AyaktekkeCamii bodrumunda bulunan Molla Bahşi, Molla Yahşi, Hacı Yahya Camii bodrumunda bulunan Hacı Yahya Dede ile Hacı Feyzullah, Dedeli Han denilen yerde halen binalar içersinde bulunan iki yaren mezarı olduğu söylenen kişiler, Ulu Cami karşısında türbesi olan Mehmet Efendi ile arkadaşı, ve Sandıklı’da Ali Rumi ile Kudüm Baba sayılabilir.

…..


Ondokuzuncu yüzyılda yaşamış olan İbrahim aslen Rumeli vilayetlerindendir. Rivayete göre “askerlik” mesleğine girer ve tabur komutanlığına kadar yükselir. Savaşlarda ailesinin ‚perişan‛ olması üzerine ‚dünyadan elini çeker‛ ve Melami tarikatına girer. İstanbul’da şeyhinden ‚icazet” alır. Dervişâne ve aşıkâne şiirlerini bir ‚Divan‛da toplar. Bu eserini 1841’de tamamlar. Şeyhinin işaretiyle, bu tarihten sonra Afyonkarahisar’a gelir.

Onun artık buradaki hayatında iki dönemden söz edilir. Birincisi yeni geldiği sıralardaki “düzgün üst baş‛la sürdürdüğü hayat tarzı, ikincisi “bağır baş açık, yalın ayak‛ olarak tanımlanan hayat tarzıdır. Türabi Şehreküstü, Devrâne, Yarenler, Ayaktekke gibi türbelerde ve türbe odalarında kalır. Haftada iki gün “Selman”a çıkar.79 Hayatını bununla sürdürür. Gönçer’e göre bu hayat tarzı, ‚Melamet gömleğini giymek‛tir.

Türabi’nin yakın arkadaşları ve müridleri, Harabi mahlasıyla Ciloğlu Deli Bekir, Hafız Sadık Lilala, Receb, Anbanaz’dan Şabanoğlu İbrahim Ağa ve Senir Köyü’nden Hacı Ali Ağa’dır. 1875 tarihinde 90 yaşlarında vefat eden Türabi Şehreküstü mezarlığına defnedilir.

Onun üzerinde aşk’ın ezeliliği, Hak divanı, can kervanı, insan varlığının temeli olan Hakk’ın kudreti gibi konularda Yunus Emre’nin tesiri açık şekilde görülür. Diğer deyişle Türabi, bu konularda Yunus Emre’yi tekrar eder ve şunları söyler:


Aşkın binasını gönlümde ezel

Dervişim tuttular mecnuna bedel

Yetiştir badeyi gam vakti saki

Sinemde tuttular saz-i firaki

Sa’yeylediler nice bu dehre gelen

Varlığın dağını ben idim delen

Türabî fikriyle Hak divanını

Dünyadan ahiret can kervanını

Bir başka şiirinde ise şunları söyler:

Kalk gönül gidelim aşk illerine

Muradın yar ise bir dane yeter

“Küllü men aleyha fan” dedi

Hak Arif ise bu söz bahane yeter

Meyl-i cihan olup gel olma bed-nâm

Kim aldı dünyadan muradınca kam

Ölüm var mı yok mu ahiri’l-enam

Vakit geçirmeye virane yeter

Türabi, özün payımal eyle

Gerçek erenlerden kesbi hal eyle

Şu fani dünyayı bir hayal eyle

Gelen göçmektedir nişane yeter

Türabi bir şiirinde tavır ve davranışların, aleme kendin beğendirmek‛ için yapılmasının çevre tarafından nasıl değerlendirildiğini ele alır. Türabi’ye göre ‚selamet köşesini tutmak‛ çevre tarafından ‚geda‛, ‚kemâl-i rütbe‛ kazanmak ‚aceb tarz-i eda‛ olarak değerlendirilir.

…..

Deli Bekir şair Turabi’nin etkisinde kalmış, koşma, destan ve hicivleri ile şöhret bulmuş80 olup bu şiirlerinin bir kısmı Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphane’sinde el yazmaları arasında yer alır. Bekir can arkadaşı Turabî’nin ölümüne çok üzülmüş, şehirden ayrılarak Sinanpaşa’ya bağlı Sinir köyüne yerleşmiştir. Bekir burada arkadaşı Hacı Ali Ağa’nın odasında eskicilik yapmaya başlamış, 1879 yılında da burada ölmüştür.81 Cenazesi köy mezarlığına defnedilmiştir. Arkadaşları arasında Türâbî ve Hacı Ali Ağa’dan başka Anbanazlı Şahanoğlu İbrahim Ağa da sayılır. Hacı Ali Ağa’nın da vefatında (1879-80) Bekir’in yanına gömüldüğü anlatılmaktadır. Günümüzde mezar taşı yeniden yazılmıştır. Bekir ile Hacı Ali arasında çok büyük bir muhabbet bulunmaktadır. Dönemin ileri gelenlerinden Mutasarrıf Ömer Lütfi Paşa, Müderris Salih Dehşetî, Müderris Müftü Yunus Hoca, Müftü Ahmet Muhtar, Mevlevihâne şeyhi Ahmet Kemalettin Çelebi, Ciloğlu Deli Bekir’i koruyup, hâmîlik eder, rivayete göre dem parası vererek yardım ederlermiş. Şiirlerinden günümüze ulaşanları sevenleri tarafından yazılmış olanlarıdır. Edip Ali Bakı tarafından biyografisi ve şiirleri kitap olarak basılmıştır. Destân, koşma ve hicviyelerinden 10-15 parça tespit edilmiştir. Bunlardan Kıyâmet Destânı’nı 1828’de yazmıştır. Şiirlerinde Harâb, Harâbî mahlasını kullanan Bekir’in hayatı mahlasına uygun şekilde derbeder bir vaziyette geçmiştir. Şair, zamanında gördüğü haksızlıkları ve kötü kişileri çekinmeden hicveder. Mert, kamil, halktan biri ve vatanperver olan Harabi, şiirlerinde kendi zevkinden ziyade halkın meselelerini dile getirir. Haksızlıklara göz yummaz, nemelazımcı değildir. Bir bakıma halkın gören gözü, duyan kulağı, söyleyen dili ve hisseden kalbi olur. Yine kendisi gibi bir Bektaşi şairi olan İbrahim Türabi’nin etkisinde kalan Harabi 1879’da vefat eder. Şiirlerinin büyük bir kısmı Afyon Gedik Ahmed Paşa Kütüphanesindeki el yazma cönklerdedir. Bu cönklerdeki deyişlerin çoğu da hicviyedir. Padişaha, vezire, mutasarrıfa, softa, hacı ve hocalara, halkı aldatan Ermeni’ye ve Rum’a yüreklice hicviyeler yazmıştır. Gördüğü ve yaşadığı bütün olumsuzlukları çekinmeden eleştiren Harabi’nin sözleri ibret verici olduğundan kimse ona kızmamıştır.

Harabi’nin hayat hikayesinin sonu farklı şekilde de anlatılır. Mehmet Gündoğan kitabında82 onun vefatının, yine menkıbevi tarzda, hayatının son yıllarını geçirdiği Sinir köyünde olduğunu yazar. 93 Harbinin mağlubiyetine öfkelenen Harabi en küçüğünden Padişaha kadar bir çok kişi için sert şiirler yazar ve bu şiirlerdeki sataşmalar sövme derecesine gelir. Artık halk dayanamaz, sonunda onu şeyhi Turabi’ye şikayet eder. Turabi’de bir gün Harabi’yi çağırarak,

-Ey Harabi! Senin sesinin kısılma zamanı geldi. ‘S’ ile başlayan bir yer beğen, der.

Sonunda Harabi çok sevdiği köylerden Sinir (bugünkü ismiyle Tınaztepe) köyünü seçer. Bekir’in karısından, kızından, memleketinden ve en önemlisi şeyhinden ayrı kaldığı bu dönemde bir müddet sonra Turabi’nin ölüm haberini duyar. Kederinden sağda solda söylenmeye başlar.

-Ben bugün kalıbı dinlendireceğim. Ölüme sakın dokunmayın. Siz kahyası değilsiniz. Anbanazlı Şahinoğlu’na da haber salın. Cuma’ya gelsin.

Köyün imamına da laf atar.

-Cuma günü kazanları yak. O kadar.

Şahanoğlu gelince onunla kucaklaşır. Ağlaşırlar. Ve sonunda Deli Bekir ruhunu teslim eder. Şahanoğlu gece kalkıp şöyle der.

-Çocuklarım. Bekir Ağa bugün geçindi (öldü). Danaya bir yular takıp hazırlayın.

Acele ile şehre gelip kasaplara danayı satar. Kefenlik alıp Sinir köyünün yolunu tutar.

Yıllar sonra her nasılsa kabristanlık açılacak olmuş. Köylülerin hazır bulunmasıyla kabir açılmış. İhtiyarlar Harabi Bekir’in çenesinden ve sakalından tanımışlar.


Afyonkarahisar’ın bu halk çocuğu yörenin kendine has kıyafeti ile, başında fesi, ayağında şalvarı ve belindeki kuşağı ile, bıyıklı, karagözlü, kır ve kısa sakalı, orta boylu, kara ve çatık kaşları ile tarihin sisleri arasında yerini alır.

…..

Nakşî Bektaşileri’nin diğer deyişle Nakşî dervişlerinin ataları Yeniçeri ocağı ortadan kaldırılıp Bektaşi tarikatı yasaklandıktan sonra, Bektaşi topluluklarının başına Nakşibendi şeyhleri getirildiği dönemde gördükleri eğitim neticesinde Nakşibendilikten bazı özellikleri ve zikir yapmayı, Bektaşiliğe mahsus olan 12 İmamlara inançla, rakı içmeyi birbirine katarak bir nevi Nakşibendi-Bektaşi olurlar.

Refik Engin’in çalışmasından öğrendiğimize göre83, günümüzde 12 imamlara bağlı Atatürkçü aydın kimselerdir. Muhipleri Hacı Bektaş’ı ziyarete gitmekte ve laik Türkiye Cumhuriyetinin birliğine gülbanklar çekmektedirler. Kendilerini Nakşîlerin Melami kolu gibi görmektedirler. Bunlardan Mumcular Cemaatı ve Kovancılar aşireti, 1878 göçünde Afyon Bolvadin merkezine gelip yerleşirler.

…..

Sandıklı’da Selçik adıyla bilinen yerleşim yeri, Danişmentli Türkmenlerinden meydana gelen bir Alevi köyüdür. Burada Sarı Dede ya da Sarı Selçuk adı verilmiş olan bir türbe bulunmaktadır. Köy adını Sarı Selçuk Dede’den almıştır.

….Nakşi Bektaşileri. Diğer adı ile Nakşi Dervişleri


Ali Ceylan Demir’in yazısından öğrendiğimize göre84, Altıntaş yöresi ve çevresinde faaliyet gösteren Seyyid Cemal Sultan Hacı Bektaş Veli düşüncesinin önemli temsilcilerindendir. Velayetname’de Seyyid Cemal Sultan ile ilgili şu bilgiler yer alır. ‚Hacı Bektaş Hünkar AhmetYesevi’nin emriyle Rum ülkesine gelip Sulucakarahöyük’te yerleştikten sonra ünü her yana yayıldı. Her taraftan ziyaretine gelenler çoğaldı. Kimi gelir nasibini alır giderdi, kimi gelir kalır hizmet ederdi. Kimisini de Hünkar bir yere yollar, kendisine halifelik verirdi. Halife olan gittiği yerde mürid, muhib edinir, halkı uyarır idi.

Hacı Bektaş Hünkar otuz altı bin çerağ uyarmış, otuz altı bin halife dikmişti.Bunların üç yüz altmışı gece gündüz Hünkarın huzurunda hizmette bulunurdu. Hünkar ahrete göçünce (Hakka yürüyünce) onların her biri Hünkarın gönderdiği yere gitti.

Hünkar Seyyid Cemal Sultanı halifelerinin hepsinden fazla severdi, onu pek ağırlardı. Bu yüzden diğer Halifeler de onu büyük bilir sayardı. Zaten Hünkar da bunu buyurmuştu. Nice defalar eliyle sırtını sıvazlayarak ‚Cemal’imdir, Cemal’imdir, Cemal’imdir‛, demişti. Seyyid Cemal Sultan bütün Halifelerin üst yanına otururdu.

Seyyid Cemal bir gün Hünkarın kapısında oturmaktadır. ‚Acaba Hünkar bize de bir yurt gösterir mi ki orda dem yom oynatalım‛, fikrine düşer. Bu durum Hünkara malüm olur. Cemalim der, bizi varlık yurduna gönder, sonra bir merkep al yola düş. Merkebini nerde kurt yerse, orasını

sana yurt verdik, oraya varır, orda demini yomunu oynatırsın. Senden bir oğlumuz gelecek Akdeniz’e yol edecEK,

Hünkar varlık yurduna göçünce, Habib Emirci’yi seccadeye geçirdiler. Seyyid Cemal Sultan erenlerin sözüne uyup bir merkep alır ve yola revan olur.Vara vara nihayetinde Altıntaş’a varır. Görür ki, otlu, sulu, çayırlık, çimenlik öylesine güzel bir yer ki, dille tarif etmenin imkanı yok. Burası pek hoşuna gider. Merkebini çayıra salar, kendisi de yatar uyur. Bir müddet sonra uyanınca görür ki, merkebini kurt yemiştir. O vakit Erenlerin sözünü hatırlar, ve oraya yerleşir.

Seyyid Cemal’in bir çok kerametleri görülür. Ve gün gelir, evlenir bir oğlu olur. Adını Asildoğan koyar. Asildoğan bir aralık Rumeli yakasına geçer. Gelibolu boğazına varır, karşıya geçmek ister. Gemiciler, kayıkçılar ona yardımcı olmaz. Bunun üzerine denize doğru yürümeye başlar, yürüdüğü yerden su çekilir, kara olur. Kayıkçılar bunu görünce amana gelir, yalvarıp yakarırlar. Kayık getirip, zorla razı ederek kayığa bindirirler.

Seyyid Cemal Sultan Altıntaş havalisinden Tökelcik’e (Tökelcik günümüzde Afyonkarahisar, İhsaniye ilçesine bağlı Döğer Beldesinin sınırları içersinde bulunan Çakırlar mevkiidir) yerleşir ve orada da Hakka yürür.Türbesi oradadır.

Seyyid Cemal Sultan’ın Afyonkarahisar, Kütahya ve Eskişehir yöresinde asıl adının önüne geçmiş ismi Kemal Sultan’dır. Seyyid Cemal Sultan Anadolu Alevileri tarafından adıyla anılan Alevi-İnanç-Dede ocağının kurucusu olarak kabul edilir (Derviş Cemal Ocağı). Bugün Afyonkarahisar, Kütahya ve Eskişehir illerindeki onlarca Alevi köyünde Seyyid Cemal Sultan Ocağına mensup gruplar yaşamaktadır. Bu yörelerde Seyyid Cemal Sultan Ocağı ocak aidiyeti bakımından en büyük ocaklardandır. Seyyid Cemal Sultan Ocağının talipleri arasında Kayıboyuna mensup Karakeçili yörükleri nüfus çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Seyyid Cemal Sultan Ocağı Afyonkarahisar, Kütahya ve Eskişehir yöreleri Aleviliğinin temel dinamiklerindendir. Ocak bünyesinde geleneksel Alevilik yapılanışına uygun olarak ‘Dede-Talip diyaloğu’ ve ‘Cem ayini’ uygulamaları bütün canlılığı ile sürdürülmektedir.

Günümüzde Çakırlar Tekkesi diye de bilinen Seyyid Cemal Türbesi çevredeki Alevi-Bektaşi topluluklarının sıklıkla ziyaret ettiği, adak adadığı, kurban kestiği kutsal bir mekan olma özelliğine sahiptir. Afyonkarahisar Valiliği web sitesinden öğrendiğimize göre, yapı avlu çevresindeki temellerinden anlaşıldığına göre bir zaviye özelliğinde olmalıdır. Oğulbeyli Köyünün 3500 m. kuzeydoğusu, Fincanburnu Köyünün 1600 m. güneybatısında yer almaktadır. Döğer’in kuzey batısında yaklaşık 5 km. uzaklıkta bir tepe eteğinde art arda iki kubbeli kesme taş kaplamalı dikdörtgen bir yapı olup çevresi avlu duvarıyla çevrilidir. Dağ yönündeki kuzey duvarın üst kesimi moloz taşla yapılmış, üçgen biçiminde yükseltilmiştir. Daha uzun olan batı duvarının orta kesiminde ise iki ayrı yapının bitişme yeri belirgindir. Kubbeler sekizgen kasnak üzerine oturtulmuştur. Biri doğu yönde biri kuzey yönde olan iki ayrı kapı ile iki ayrı bölüme girilir. Doğu kapısı dikdörtgen açıklıkta demir kapılı olup üst kesiminde tuğladan yalancı sivri kemer vardır. Kemer gözü doludur. Kemer üzerinde ve güney duvarda birer küçük pencere açılmıştır. Ayrıca güney duvara içte bir niş konulmuştur. Batı orta duvardaki bir pencere ile de ikinci bölümle bağlantılıdır. İçerde doğu-batı doğrultusunda herhangi bir özelliği olmayan iki mezar vardır. Ahmet ve Mehmet adlarında iki kişiye ait olduğu söylenir. Kuzey yandaki ikinci kapı ise biraz aşağıda olup yandan basamakla inilerek içeri girilir. Bizans dönemine ait mermer devşirme taş kapı üstüne konulmuştur. İçerde doğu

230
batı doğrultusunda bir merkad bulunmakta olup bunun Seyit Kemal Sultana ait olduğu kabul edilir. Kuzey yöndeki avluda yine doğu batı doğrultusunda yan yana ve arka arkaya 8 mezar daha vardır. Bunlardan duvar dibinde olanın, Seyit Kemal Sultanın yakınlarından gözcü Bal’a ait olduğu belirtilmektedir. Bu odaların zaviye olarak kullanıldığı anlatılır. Avlunun kuzey doğu köşesinde temel kalıntıları ve ayrıca Bizans mimari parçaları vardır. Tekke içinde ve dışında toplam 11 mezar vardır

…..

Resul Baba Hacı Bektaş Veli’nin ulu ardıllarından ve onunferraş’ı(yani süpürgecisi) olan bir Bektaşi azizidir. Birgün kendi kendine: ‚Acaba Erenler bize nereyi yurt verirler?‛ diye düşünürken, Hz. Pir: ‚Resulüm, seni bir uçuralım, turduna konduralım, ol ora da sana mekan olsun. Anda dem’in yom’un oynat‛, der. Hz. Pir’in Hakka yürüyüşünden sonra bir gece uykuya yatan Resul Baba uyandığında kendisini Altuntaş’a bağlı Beşkarış denilen bir yerde bulur. Oralarda bir kâfir bey’i varmış ki boyu beş karış imiş ve bu köyün adı bundan gelirmiş.

Resul Baba, Bey ve adamları evde iken onlara altından bir sığın (ala geyik) şeklinde görünür. Onu yakalayamazlar, orada Bey için yapılmış kilisenin yanına kaçar, güvercin donuna (şekline) girip kilise damına konar. Oradan da duvarın dibine inip insan şeklini alır. Hepsi gelip kendisine saygı gösterirler, müslüman olurlar.

Baba Resul, Beşkarış adlı yerden başka, bir de Hisarcık denilen mahalde dergâh kurmuştur. Hatta yaşamının büyük çoğunluğunu bu dergâhta geçirmiştir. Bu Hisarcık, Halife Seyyid Cemal Sultan’ın astânesi( büyük dergâh’ı) bulunan Tevekkelcik yakınında imiş. Seyyit
Cemal yemek hazırlatınca bazen: ‚Resul Baba, gel iriş!.‛ diye seslenir, o da gelir lokma ederler, sonra yerine dönermiş.

Mezarının Altuntaş denilen yerde, Ayrıklı Çalı’nın dibinde olduğu ileri sürülür.

Vilâyetnâme’de sadece: ‚Kendüsün altun geyik donunda göstermek gibi ol yerin halkına nice Vilâyetler izhar eyledi ki diller ile şerh olunmaz‛ deyip vefat ettiğini ve mezarının yerini yazmaktadır.

Arşiv belgelerinden TD. 438 s.117 ve TD. 396 s.124-125’de Altuntaş Nahiyesi Kırkacık köyünde Resul Baba zaviye’sinin bulunduğu, Kırkacık köyünün reayasıyla beraber bu zaviyeye vakfedildiği kayıtlıdır. TD. 438 s. 120’de Hisarcık köyünde Resul Seydi Zaviyesi Vakfına ait çiftlik olduğu kayıtlıdır. Başka bir arşiv belgesinde (Ev. Sıra no:13609) ise Sandıklı’ya tabi Göriz köyünde evladiyet şartıyla vakfedilmiş Resul Baba zaviyesinin sahipsiz kalmasından dolayı hazineye intikal ettiği kayıtlıdır.

Ali Aksüt’ün85 çalışmasından öğrendiğimize göre, Sultandağı’ndaki Yağmuroğulları Ocağı talipleri Akşehir’e bağlı Yeniköy’den 35 yıl kadar önce gelmişler. Tozluoğulları talipleri ise, Isparta, Yalvaç ilçesi merkezi ve yakınındaki bir çiftlikten 40 yıl önce gelmişler. Düzenli cem yapıyorlar. Dem yerini meyve suyuna bırakmış. Geçim kaynakları ağırlıklı olarak çalgıcılık. Bunların dışında, Çay’a bağlı Yeşilyurt-Uyanık Köyü, Dinar, Emirdağ, ve Şuhut’un Ağin Köyü ile Bedeş Kasabasında Abdalların yaşadığı görülür.